Çarşamba günü Strasbourg’da “Perinçek davası” olarak bildiğimiz; İsviçre’de Ermeni Soykırımı’nı inkâr etmek suç mudur değil midir konulu davanın temyiz duruşması yapıldı. Hatırlanacağı üzere İsviçre, inkârı suç sayan bir yasa çıkarmış, Doğu Perinçek de İsviçre topraklarında bu suçu işlemiş, mahkûm olmuş, ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “ifade özgürlüğü” gerekçesiyle bu mahkûmiyeti bozmuştu. AİHM Büyük Daire’de görülen, işte İsviçre Hükümeti’nin bu mahkûmiyeti bozma kararına yaptığı itiraz.
Savunmaları basından ve Agos’tan okudunuz. Kararın en erken iki üç ay içinde açıklanması bekleniyor, kendi adıma bir tahminde bulunmam güç. AİHM’nin ifade özgürlüğü meselesinde “hassas” olduğunu biliyoruz, dolayısıyla dava Parinçek’in lehine de sonuçlanabilir. Bu durum, hukuk tekniği açısından da şaşırtıcı olmayabilir. Beri yandan ben de en azından kendi adıma “Ermeni soykırımı yoktur” diyen bir kişinin cezalandırılmasını talep edemem. Hukuki açıdan durum böyle. Ne var ki sadece hukuki bir durumdan bahsetmiyoruz, aynı zamanda siyasi bir durumdan da bahsediyoruz ve soykırımın inkârının hangi koşullarda yapıldığına da biraz bakmak gerekiyor.
Ermenistan ve İsviçre adına yapılan savunmalarda dikkat çekilen bir durum var mesela. Perinçek bu açıklamayı kim olarak yapıyor? Evet bir birey olarak yapıyor, ancak Perinçek aynı zamanda Talat Paşa Komitesi’nin Başkanı. Peki bu Talat Paşa kim? Bilmiyorum tarif etmeye gerek var mı… Sonuçta karşımızda “soykırım yoktur, bu emperyalist bir yalandır” derken aynı zamanda 1915’te tüm bu operasyonu icra eden, emrini veren İttihat Terakki Partisi şefinin ismine bir komite kurmuş, bu komite vasıtasıyla Türkiye’deki Ermeniler ve azınlıklar üzerinde bir tür psikolojik harp yürütmüş ve hâlâ yürüten bir isim, bir çevre var. Dolayısıyla teknik olarak davanın konusu ifade özgürlüğü, ancak tüm bu gelişmelerin Türkiye’deki Ermeni Cemaati üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanıldığını söylemeye gerek yok.
Tam da burada “kameralarımızı” Türkiye’ye çevirip, ifade özürlüğü konusunda burada manzara nedir ona bakalım, isterseniz. Daha geçen hafta Hrant Dink’in öldürülmesinin 8. Yıldönümü idi. Anmaya katılanlar “Yüzeşin! Hrant’la, Soykırım’la..” yazılı bir pankartın ardında yürüdüler. Hrant’ın Arkadaşları’nın bu yıl için seçtikleri tema buydu. Bu pankartın açılmasından sonra ilginç şeyler oldu. CHP Beyoğlu İlçe Başkan Yardımcısı Barış Tınay, bu yürüyüşe katılan CHP milletvekillerinin disipline gönderilmesi için parti yönetimine dilekçe verdi. Tınay’ın gerekçesi bu pankartın taşındığı yürüyüşe katılmanın “programa ve tüzük kurallarına, kurultay ve yetkili organ kararlarına aykırı davranmak…” Görünen, CHP yönetiminin bu dilekçeyi işleme koymadığıdır, ancak CHP programı ve tüzüğünde böyle bir dilekçe verilmesine imkan veren maddeler, metinler bulunduğu anlaşılıyor. Zaten CHP yönetiminin bu dilekçeyi işleme koymamasının ardından CHP milletvekili Birgül Ayman Güler de bu durumu protesto ederek partiden istifa etti.
Burada görece işlerin sakin yürüdüğünü söyleyebiliriz ancak CHP’nin parti yönetimi olarak bu konuda sessizliği tercih etmesi anlamlı. Olur da mesela Genel Başkan Kılıçdaroğlu kamuoyundaki genel algıya ters laflar etseydi partide nasıl fırtınalar kopardı, tahmin etmek zor değil. Özetle parti yönetiminin bu meselede “ifade özgürlüğü”nden faydalandığını söylememiz mümkün değil pek. Daha doğrusu bu konudaki haklarını kullanmamaya karar verdiler ve suskunluğu tercih ettiler. Ancak bu konuda suskunluğu tercih etmişken Perinçek Davası’nda sessiz kalmadı Kılıçdaroğlu ve tam da azınlıkların ruhani temsilcileri ile görüştüğü toplantıda “Sayın Perinçek’in yargılanmasını doğru bulmuyoruz. Düşünce özgürlüğü denen bir kavramın arkasında hep beraber durmalıyız” dedi.
Peki CHP’de durum bu da, başka yerlerde nasıl. Doğrusu bir haftadır pankarta yönelik tepkilere bakıyorum. Şu gayet ilginç. Hrant Dink Cinayeti davasında yaşanan gelişmeler AKP ve ulusalcı/milliyetçi kanadı nasıl bir araya getirdiyse, pankart sonrasındaki tepkiler de bu iki kesimi bir araya getirdi. Cumhuriyet, Yeni Şafak ve Sözcü yazarlarından gelen tepkiler hayli benzerlik gösteriyor. Temel ve ortak argüman bu cümleyi pankarta yazanların Hrant’ı “anlamadıkları”. Bilhassa da Hrant Dink’in Fransa’da soykırımı kabul eden yasa döneminde söylediği “Oraya gidip soykırım yoktur diye bağırmak istiyorum. Ve Türkiye’ye gelip soykırım vardır diye bağırmak..” cümlesini dayanak yapmaktalar. Bu cümlenin ikinci kısmının pek dikkate alınmaması bir yana bu görüşlerde öne çıkan asıl nokta Hrant’ın bu pankartta söylenen görüşü öne sürmeyeceği. Çünkü Hrant Dink’in hayatı boyunca bu konuyu Türkiye toplumu ile konuşmak için çok dikkatli bir ton seçtiği, hiçbir zaman bu sertlikte bir ifade kullanmadığı söyleniyor.
Hrant’ın o kelimeyi kullandığı için hakkında dava açıldığını da bir yana koyalım şimdilik. Ama bu görüşlerde ilginç bir durum var. AKP yanlıları ile Ulusalcıların üzerinde birleştiği bir durum. Açık biçimde o pankart vasıtasıyla, “genele” şunu söylüyorlar. O kelimeyi kullanmayın. Çünkü Hrant da kullanmazdı. İyi ama şöyle bir mesele var. Hrant Dink öldürüldü? Sizin öngördüğünüz biçimde alttan alan (“Çünkü bu meselede Ermenilerin alttan alması gerekir”, fikrini de görebiliyoruz burada) Hrant Dink, buna rağmen öldürüldü? Ve gerçek katilleri hala bulunamadı? Üstelik onu hedef haline getirenler, ona hayatı dar edenler, duruşmalarda üstüne yürüyenler, onu taciz edenler şimdilerde AKP Hükümeti’nin “ifade özgürlüğü” konusundaki temsilcisi haline geldiler? Bütün bunları ne yapalım, ifade özgürlüğünün neresine koyalım?
Velhasıl: AİHM Büyük Daire ne karar verirse versin. Saygı duyarız. Ancak o duruşmada boy gösterenlerin biraz da Türkiye’ye bakıp “soykırım vardır” diyenlerin ne durumda olduğunda bakmasına fayda var.
Not: Bu hafta itibariyle Agos’ta bir nöbet değişimi yaşanıyor. Genel Yayın Yönetmenimiz Rober Koptaş’tan görevi ben devralıyorum. Rober bu hayli zor görevi büyük bir başarıyla yürüttü. Bir Agos okuru olarak ona teşekkür etmek isterim. Böylesine onurlu bir görev devralmak benim açımdan ise elbette heyecan verici. Layık olmaya çalışacağım.