İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu davet etti, iki gün Atina’daydım. Verdiğim 6-7 Eylül konferansını özetleyip, asıl ilginç olan soru-cevap kısmına geçeceğim.
Evvela, eski adı Punta olan Alsancak’ta (İzmir) ihtiyar Rum kadınların arasında geçen çocukluğumu anlattım, sonra da iki günah çıkardım: Evlere temizliğe giden annesinin ‘Kemal’ diye çağırdığı, ama biz cin mahalle çocuklarının ‘gâvur’ olduğunu çakozladığımız o çocuğa neler yaptığımızı anlattım (bkz. Agos, 25.12.2009). Sonra da, yine mahalle arkadaşımız Aldo’yu bir kavgada altıma aldığımı ve “Yaşasın Türkler!” diye bağırtmadan üstünden kalkmadığımı (bkz. Agos, 26.07.2002).
On yaşında yatağa işemek
Peki, gerek evde gerek okulda böyle şeyler telkin edilmezken, ben bunları nasıl yaptım? Tek cevap: İnsanlar, ‘farklı’ya nefreti deriden alırlar. Bunun üzerine bir de –Em. Org. S. Yirmibeşoğlu’nun muhteşem itirafıyla– Derin Devlet’in ‘muhteşem organizasyon’u binerse (bkz. Agos, 09.03.2012), nur topu gibi bir pogromunuz olur. Yani, çoğunluğun azınlığa devlet destekli saldırısı.
On yaşındasındır, Derin Devlet’i falan bilmezsin ama o faaliyettedir. Gündoğdu’daki açıkhava sineması Ünüvar’da Gari Kuper’in ‘Kahraman Şerif’i oynamaktadır. Bitmeden çıkarsın, çünkü dışarıda ortalık birbirine girmektedir, 50 metre ötede Yunanistan Başkonsolosluğu yanmaktadır, evine zor atarsın kendini, ama orada metrekareye on kişi düşmektedir, çünkü bütün gayrimüslim komşular sığınmıştır. Biraz sonra güruh, “Gâvurlar buradaymış!” diye demir kapıya yüklenmeye başlar. İhtiyar baban, milletvekilliğinden kalma beylik Kırıkkale cebinde, kapıyı açar, en öndeki herif-i nâşerife kükrer: “Defolun! Burası Türk evi!” Hemen arkasındasındır babanın, kanın donar korkudan. Ama nasılsa herif “Peki amca” der ve güruh başka bir evi talan etmeye gider. O gece, on yaşındasındır ama yatağa işeyeceksindir.
Geldik olayın tahliline. İki devlet türü vardır: İmparatorluk ve ulus-devlet. İlkinde eşitlik kâğıt üstünde bile yoktur, ama farklılıklara dokunulmaz. İkincisinde kâğıt üstünde eşitlik vardır ama ‘farklı’ olanları asimilasyon veya etnik-dinsel temizlikle hallederler. Türkiye ve Yunanistan bu ikinci türe girer. Türkiye, Türk olmayan Müslümanları asimile etmeye girişmiş, asimile edemeyeceği gayrimüslimleri ise 1915’ten itibaren etnik-dinsel temizliğe uğratmıştır. Yunanistan da Yunan olmayan Ortodoksları asimilasyona girişmiş, asimile edemeyeceği Müslümanların (B. Trakyalıların) da etnik-dinsel temizliğine soyunmuştur.
Azınlık, dünyanın neresine giderse gitsin azınlıktır. Türkiyeli Rumlar Türkiye’de ‘gâvur dölü’dür, Yunanistan’a gidince ‘Turko sporos’ (Türk dölü) olmuştur. Bu nedenle, bir azınlığın yani bir ezilmiş-dışlanmışın bu durumdan kurtulmasının tek çaresi, kendi dışındaki ezilmiş-dışlanmışlara sahip çıkmasıdır. Azınlık sadece kendini değil, ancak başka azınlıkları da savunarak kendi savunmasını meşrulaştırabilir, güçlendirebilir. B. Trakyalı Türkiyeli Rum’u, Türkiyeli Rum da B. Trakyalıyı savunursa yaşayabilir. Azınlığın özünü teşkil eden ‘mağduriyet’ duygusunu tek başına sahiplenmek çok tehlikelidir, çünkü kendi kendini negatif olarak tanımlayıp aşağılamaktır, milliyetçiliğe ve ırkçılığa davetiyedir.
Soru-cevap faslı
Çok canlı geçti. Tabii, Yunanistan’ın da asimilasyon ve temizlik yaptığını söyleyişim sorular getirdi. Örnek istendi. Verince, bu konuda başka soru gelmedi. Ama devamı şöyle geldi: “Öyleyse niye biz İstanbul’da tükendik de B. Trakya’da 120 bin kişi var?” Üçlü bir cevap verdim: 1) Büyük ulus-devlet daha büyük kötülük yapar, küçük ulus-devlet ise daha küçük kötülük; 2) B. Trakya köylüdür, İstanbullu Rum’dan çok daha doğurgandır, temizlik politikası olmasaydı bugün 250.000’i aşkın olacaklardı; 3) Köylü, toprağına kentliden daha bağlıdır; kolayca terk etmez.
Bunun üzerine şu geldi tabii: “İmroz ve Bozcaada Rumları köylü değil miydi?” Tabii ki köylüydüler, ama çok rezil bir ‘reelpolitik kural’ın hışmına uğradılar: Ulus-devlet azınlık sevmez, sınırdaki azınlığı hele hiç sevmez. Bu iki ada sınırda idi, Türk devleti temizlik yaptı; Lozan Md. 14’ü ihlal etti. Nasıl Yunan devleti Lozan’ın hemen ardından, sınırdaki Evros ilinde tek Müslüman bırakmadıysa.
Doç. Dr. Maria Mavropulu en ilginç soruyu sordu: “Azınlıkların sermayesinin etnik-dinsel temizlik yoluyla Müslüman eşrafa transfer edildiğini söylediniz. Anadolu Kaplanları ortaya çıkmak için neredeyse bir asır niye bekledi?” Uzun bir süreci anlatmak gerekti tabii. Bu sermayenin 1915 ve sonrasında esas olarak gayrimenkullerden oluştuğunu, önce yastık altındaki altınlara, 1950’den sonra da Menderes’in karayolları sayesinde ticarete, en nihayetinde de Özal’ın ucuz Halk Bankası kredileri sayesinde sanayiye yatırıldığını, laikçiliğin önemli bir engel oluşturduğu ortamda bu sermayenin ancak RP, sonra da AKP zamanında zirve yapabildiğini, şu anda da AKP’nin sosyoekonomik temeli olduğunu anlattım.
Celladına tapınmak
“Yunanistan Türkiye gibi temizlik yapmadı” demelerini anlamak lazım bu insanların: 1) Çok acı çektiler. Atalarının başkalarından fethettiği değil, kadim zamandan beri yaşadıkları yerden atıldılar; 2) Farkında değiller ki, her iki ülkedeki azınlıkların celladı, iki ulus-devlettir. Çünkü devletlerden biri soydaş/dindaş için kendi ülkesindeki vatandaş’ı telef etti, karşı taraf da aynı şeyi yapınca filler tepişti, otlar ezildi. Bunu görmek nedense hep çok zor oluyor. Ama “Bir vatandaşın kendi devletini övmesi onu yüceltmez” deyip de arkasından “Bir insan ancak başka insanları gözetince yücelir. Biz ulus-devlet yerine demokratik devleti getirmeye savaşıyoruz” deyince alkışladılar.
Bizlerin Türkiye’de azınlıklar için sarf ettiğimiz çabaları B. Trakyalılar için Yunanistan’da uygulayan ekipten Prof. Thalia Dragona en sonda söz alarak doğru ve güzel şeyler söyledi; sağ olsun. Bir bütün olarak dinleyiciler çok olgun ve sıcaktı. Buradan selam, akılları hep İstanbul’da olan Türkiyeli Rumlara. B. Trakyalıların haklarını nasıl savunduysam, onların da federasyonları vasıtasıyla ortaya koydukları iade-i itibar ve perişan edilmiş mülkler için tazminat taleplerini aynen destekliyorum.