‘En iyi fotoğrafçı evine sağlam dönendir’

Nar Photos Arşivinden Türkiye Fotoğrafları’ sergisinde gördüğümüz her bir fotoğraf kolektif olmanın anlamını yansıtır cinsten: Dünyaya aynı yerden bakan fakat farklı gören gözlerin ortak çalışması… Sergi vesilesiyle bir araya geldiğimiz eski kuşak Nar’cı Mehmet Kaçmaz ve yeni kuşaktan Erhan Arık ile bir yandan Nar Photos’un tarihini konuştuk, diğer yandan bir fotoğrafçının ‘kafasını’ keşfettik.

Erhan Arık ve Mehmet Kaçmaz. Fotoğraf: BERGE ARABIAN

LORA SARI
lorasari@agos.com.tr

Nar Photos çatısı altında 2003 yılında bir araya gelen fotoğrafçılar Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmişlerdi. Henüz o dönemde Türkiye’de ne bir fotoğraf ajansı ne de bir kolektif vardı. O günden bugüne, Türkiye’nin yakın geçmişine tanıklık eden yüzlerce fotoğrafın altında Nar Photos’un imzası var. 10 yıllık bu tanıklık şimdilerde İstanbul Modern’de sergileniyor. ‘Yolda:

Nar Photos Arşivinden Türkiye Fotoğrafları’ sergisinde gördüğümüz her bir fotoğraf kolektif olmanın anlamını yansıtır cinsten: Dünyaya aynı yerden bakan fakat farklı gören gözlerin  ortak çalışması… Sergi vesilesiyle bir araya geldiğimiz eski kuşak Nar’cı Mehmet Kaçmaz ve yeni kuşaktan Erhan Arık ile bir yandan Nar Photos’un tarihini konuştuk, diğer yandan bir fotoğrafçının ‘kafasını’ keşfettik.

  • Nar Photos fotoğrafçıları nasıl bir araya geldiler?

Mehmet Kaçmaz: Bu kolektifi kuran insanlar o dönemde çalışmalarını bireysel olarak sürdürüyordu. 1999’daki depremin ardından, bir grup fotoğrafçı deprem bölgelerinde bir araya geldik ve çocuklarla bir atölye yaptık. O atölyedeki fotoğrafçılar 2004’te ‘Fotoğraf Vakfı’nı kurdu. Vakıf, zamanla özellikle belgesel fotoğrafçılığını yaygınlaştırma adına çalışmalar yapan kurumsal bir yapıya doğru ilerledi. Vakfın yaptığı önemli işlerden bir tanesi de, 2002-2004 arasında World Press Photo (WPP) ile beraber Türkiye’deki genç basın fotoğrafçıları için düzenlenen atölyelerdi. WPP, haber fotoğrafçılığı yapan, bu alanda ödüller veren ve atölyeler düzenleyen, çok prestijli bir kurum. Nar Photos’u oluşturan fotoğrafçıların bir kısmı da bu atölyelerde tanıştı ve bu atölyelerin onların zihninde yarattığı etkiyle birlikte de ajans kuruldu. Henüz o zamanlar Türkiye’de herhangi bir kolektif, fotoğraf ajansı yoktu.

Fotoğraf: SANER ŞEN
  • Nasıl onca yıl bir ajans bile kurulmamış?

M.K. : O zamanlar fotoğrafçılar birlikte iş yapmak yerine tam tersi rekabetin, serüvenin peşindeydi. Fotoğrafçılar, kişisel olarak isim yapmaya şartlanırlar. İş birliğine açık görülmez fotoğrafçılık. Biz böyle düşünmeyen fotoğrafçılardık ve WPS’nin atölyeleri de bu düşünceleri doğruladı. Bu atölyelerde, dünyada fotoğrafın nasıl üretildiğini, arşivlendiğini, belgesel fotoğrafçılarının nasıl çalıştığını gördük. Dünyanın birçok yerinden saygın fotoğrafçılar kendi deneyimlerini bizimle paylaştıklarında, onlar için çok yeni olmayan bu mevzular bizim kafamızı açmıştı, şaşırarak dinlemiştik onları.

  • Ne gibi farklar vardı?

M. K. : Fotoğraf dernekleri çok uzun bir süre Türkiye’deki fotoğraf çevresinin ne yapacağını ve nasıl yapacağını belirledi. Amatöründen profesyoneline, akademisyeninden meslek erbabına kadar herkes fotoğraf dernekleri üzerinden örgütlenip, hobi düzeyinde fotoğrafla ilgilendi; çok ciddi amaçlar gütmedi. Dernekler, işi gücü olan insanların sosyalleştiği, hayatlarını biraz daha anlamlı kıldığı yerler bir yanıyla. Ancak derneklerin belirlediği çizginin dışına çıkmak isteyen insanların örgütleri yoktu. Meslek odası, bir fotoğraf ajansı, bir kolektif yok; akademisyen var ama metin yani bu işin teorisi yok. Yaslanacağımız ve örnek alacağımız bir gelenek yoktu. Türkiye’de fotoğraf genelde güzellik olarak algılanıyordu. Halbuki bizim işimiz olanı biteni doğru aktarmakla ilgili bir iş. Bir de ‘iyi bir fotoğrafın yazıya ihtiyacı yoktur’ gibi bir mit vardı. Oysa belgesel ve haber fotoğrafçılığında; fotoğrafın nerede, nasıl çekildiğiyle ilgili bir bağlam yaratırken, bir yandan da burada ne gördüğümüze dair fikrimizi de sunmamız gerek. Fotoğrafı yazıyla düşünmeyi öğrendik biz o atölyeler esnasında. Eğitmenlerin çoğu bir ajansın, kolektifin parçasıydı. Biz de, kamusal alana iş yapmak isteyen fotoğrafçılar olarak, bizim için gönüllü ortaklığın yani bir kolektifin en ideal model olduğunu gördük. Bizi 2003’te bir araya getiren de tam olarak buydu; ortak amaçlarla bir araya gelen bir grup fotoğrafçının, bir zorlama olmaksızın birlikte iş yapmasıydı. O zaman altı kişiydik, 10. yılımızda ise 15...

  • 10 yıl boyunca nasıl zorluklarla karşılaştınız?

M.K. : Eğer önünüzde örnek yoksa her şeyi siz yaşayıp görüyorsunuz. Sürekli başınıza bir şeyler geliyor. Deneme yanılmayla ne yapacağınızı öğreniyorsunuz ve muhtemelen bu sizin hızınızı yavaşlatıyor, yolunuzu uzatıyor. Bir yandan da biz serbest gazetecileriz ve Türkiye’deki resmi organlar ‘serbest gazeteciliği’ tanımıyor. Gezi’de bu yüzden sürekli sorun yaşadık, sarı basın kartı istendi, ‘gazeteci’ olup olmadığımız sorgulandı. Biz bir ajansız ama devlet bizi bir ajans olarak görmüyor. Ben bir fotoğrafçıyım ama devlet bana sen fotoğrafçısın ya da gazetecisin demiyor.

  • Peki maddi olarak nasıl ayakta kaldınız bunca yıl?

M.K. : Bu işten zengin olma, para yapma gibi bir hevesimiz yok. Bizim 10 yıldır en büyük dertlerimizden biri gelecek ayın kirasının ne olacağı. Kamusal alana yaptığımız işlerin çok azı bize para kazandırmıştır. Önemsediğimiz işler cebimizden para harcayarak o işe kaynak yarattığımız için fakirleşmemize neden oluyor.  90’ların sonunda patlayan ‘projecilik’ de bize göre değil, fon yazıp fon toplamıyoruz. Hiçbir yerden destek almıyoruz anlamına gelmiyor bu ama; bize gelen paranın kaynağı süzgecimizden geçiyor. Sürekli ayakta kalmaya çalışan, garip bir örgütlülük hali var. Bu sebepten de ajanstan çok bir kolektifiz. Zaten burayı büyük bir ajansa çevirmek buranın varlık nedenini ortadan kaldırabilir. 15 yıl sonra hayalimiz bu değildi diyebiliriz.

  • Varlık nedeniniz nedir o halde?

M.K. : Türkiye’nin yakın geleceğini ilgilendiren olayları takip etmek, önemsediğimiz şeylerin bir şekilde içinde olmak, arşivimize dahil etmek değerli geliyor bize. Tanıklık etmeyi seviyoruz. Birçok ajansın varlık nedeni, yapılanmaları, habercilikten para kazanmak üzerinedir. Bizim içinse bir fotoğrafın satılması veya yayımlanması o olayın sonucu olur. 10 yılın sonunda yaptığımız bu sergi de aslında tam olarak bu anlayışımızı ortaya koyduğumuz bir döküm. 10 yılda ne olduğundan çok bizim ne gördüğümüzü anlatıyor bu sergi. Bizim çektiğimiz her fotoğraf bir başkasına göstermek için. Fotoğraflarını seven fotoğrafçılar değiliz.

Fotoğraf: MEHMET KAÇMAZ
  • Fotoğrafçıların etik anlayışı da çok konuşulan bir konu. Gezi’de bir kız otobüsün üzerinde bağırırken kimsenin ona yardım etmemesi gibi… Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

M.K. : Burada, üç insan davranışından bahsedilebilir. Birincisi, mevzuya tamamen kayıtsız kalıp, mesleki motivasyonla hareket etmek. Yardım etmeyi düşünmeden sadece fotoğraf çekmek. İkincisi yaptığı şeyi, oradaki varlık nedenini unutup, hiçbir şey çekmeden sadece yardım etmek. Üçüncüsü de, yeterli sayıda görüntü elde ettikten sonra o kişiye yardım etmek  - ki otobüsün üzerindeki kızı fotoğraflayabilmen için 10-15 saniye yeter sana. Fotoğrafı çektikten sonra o kızı güvenli bir yere alabilirsin. Ben üçüncü yaklaşımın doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizim oradaki varlık nedenlerimizden bir tanesi oradaki şiddeti, neler olup bittiğini kaydetmek.

  • Böylesine bir şiddete birebir şahit olmak nasıl bir şey?

M.K. : Bu tip durumlar, olayı yaşayanlar kadar, kaydedenler için de şok durumları yaratıyor. Bu tarz kriz durumlarında, oradaki davranışı çözebilmek, ne yapman gerektiğini kestirebilmek, sağlıklı düşünebilmek, çok kolay değil. Bir şey olur ve siz şok olursunuz, zamanı bile unutabilirsiniz. Fotoğrafçı her zaman kafasında şunu tutmalı: Sen yaptığın işin ötesinde bir öznesin; yardım edebilir, olayların akışını değiştirebilirsin, ama orada bulunma sebebin de  makul bir süre içinde makul miktarda fotoğraf çekmektir.

E.A. : Fotoğrafın bir duruma neden olurken bir şeyi ortadan kaldırabileceğini de anlamamız gerekiyor. Kayıtsızlık halinde, siz yardım etmediğinizde başkası da yardım edebilir. Başka bir zamanda sizin oradaki fotoğraf hırsınız, ya da fotoğraf elde etme isteğiniz, o insana uygulanan şiddeti arttırabilir. Tam tersi de olabiliyor. Biz de bu ihtimallere karşı refleksler geliştiriyoruz. Ama bir fotomuhabirle konuşsanız bu etik konularını size daha farklı şeyler söyleyecektir.

  • Nasıl şeyler?

M.K. : Mesela bir derginin anlaşmalı bir fotoğrafçısıysam ve bir iş bana sipariş edildiyse mutlaka fotoğraf çıkarmam lazım. Dolayısıyla birini ezip geçerek fotoğraf çekebilirim. Ancak senin kare alman için birini ezip geçmen gerekiyorsa, sen işini yapamıyorsun demektir. Fotoğrafçılık insanlıktan azade olmak demek değildir. Gözlemci olmak herhangi bir olaya müdahale etmeyeceğiniz anlamına gelmez. Fotoğrafçıların kendi meslektaşları söz konusu olduğunda, fotoğraf çekmeyi bırakıp daha refleksif davranırken, özne tanımadığı biri olduğunda ona konu gözüyle bakmaları yanlış.

E.A. : Bazen konu öyle bir hale gelebiliyor ki, bıçak bir yere sokuluyorsa o bıçağın iyice kanattığı hali çekmek istiyor fotoğrafçı. Birisi öldürülüyorsa, ölüm en son anına kadar belgeleniyor.

  • Sokağa çıktığınızda korkuyor musunuz?

M.K. : En iyi fotoğrafçı evine dönen fotoğrafçıdır. Sağlam kalan fotoğrafçıdır. Olayı tabii ki aktarmanız da gerekir ama bu çatışmanın ortasına dalmak, her şeyi çok yakından çekmek demek değildir. Biz korkusuz, serüvenci gazeteciler değiliz. Herkes kadar, başımıza bir şey gelmesinden korkuyoruz. Kendi başımıza gelmese bile böylesine bir şiddete tanık olmak, muhtemelen bizim ruhumuza daha çok zarar veriyor.  Ben gözümden yaralandığımda rahatlamış, daha kötü ne olabilir ki diye düşünmüştüm. Fakat başka birinin yaralanması daha fazla strese sokuyor. Dolayısıyla şiddete maruz kalmakla, şiddete tanık olmak birbirinden çok uzak şeyler değil.

E.A. : Fotoğraf alma hırsınızın, korkunuzun önüne geçmemesi önemli. Korku sizin hareketlerinizi belirli noktalarda durduruyor ve şiddetin bu kadar delice uygulandığı zamanlarda sizi kurtarabiliyor.

Fotoğraf: HÜSAMETTİN BAHÇE

  •  Fotoğrafçı gördüğü her şeyi fotoğraflama hakkına sahip midir?

M.K. : Fotoğrafçılık bize her olayı fotoğraflamak, her şeyin içinde olmak, istediğimiz gibi davranmak gibi doğal bir hak vermiyor.  Gerçekliğin sessiz bir parçası ol, o gerçekliği mümkün olduğunca bozma. Çünkü fotoğrafçılığın maalesef doğasında gerçekliği varlığıyla bozuyor olması hali mevcut. Bir yere girdiğinizde birden herkes birazdan kaydedileceğinin ön kabulüyle bütün hareketlerini şekillendiriyor. Bu size poz verilmesi, rolden role girilmesi anlamına gelmiyor ama bir olayın kaydediliyor olması bile bütün atmosferin bir oranda değişmesine sebep olur. Temel olarak ilkemiz bir de kendi davranışlarımızla bu değişimi katmerlendirmemek.   Fotoğrafçılık bir tarafıyla da saldırganca bir davranıştır, makinanızı kaldırırsınız ve sürekli birini gözetlersiniz, o da yetmez kaydedersiniz. Tanımadığınız birinin hayatını kaydediyorsunuz o da size baş selamıyla ‘çok rahatsız etmeden bir süre burada takılıp fotoğrafımı çekip, gidebilirsin’ diyor. Eğer siz bir röntgenci gibi değil de, kişi haklarına saygı göstererek bunu yapıyorsanız, o insanları teşhir etmeden, onların başlarını derde sokmadan işinizi yapıyorsanız, hatta bazı durumlarda fotoğrafını dahi çekmiyorsanız bu iyidir.

  • Fotoğrafçının gerçekliğe müdahale ediyor olmasıyla nasıl başa çıkıyorsunuz?

M.K. : Senin için yaratılmış sahneleri fotoğraflamayarak. Sen fotoğraf çekiyorsun diye biri barikatın üzerine çıkıp poz verebilir. Her ne kadar sen kurgulamamışsan da bu bir kurgudur. Senin varlığın bu kurguya yol açmıştır. Fotoğraf kendi kendisinin parodisini yaratır. Kendi taklidini yapmaya başlar insanlar. Şiddet gösteriyorsa daha da fazla şiddet gösterir.

  •  Sadece varlığınızın bile gerçekliği etkilemesi, belgesel fotoğrafçılığına aykırı değil mi?

M.K. : Belgesel fotoğrafçılığı olan biteni olduğu gibi yayımlamak olsaydı o zaman en iyi fotoğrafçılar mobese kameraları olurdu. Belgeselciliğin en az müdahalesiz, en doğrudan hali onlar. Öte yandan bizim hareketlerimiz tüm gerçekliği etkiliyor. Zaten belgesel fotoğrafçılığı gayet özneldir. Fotoğrafçının hayata nasıl baktığı, siyasi görüşü, çektiği insanların onun için kim olduğu... Fotoğrafçı bütün olan biteni yorumlar. Sosyal algısı, ahlaki değerleri işin içindedir. ‘Bizim ürettiğimiz görüntüler gerçeğin ta kendisidir, yorumsuzdur’ diyemez. Tam tersine olabildiğince kendi yorumumuzu eklemeye çalışıyoruz. Ancak bu dürüst davranmamak, görüntüyü tahrip etmek anlamına gelmez. Neyi çekip çekmeyeceğin, neyi nasıl fotoğraflayacağın, nerede durduğun, yaptığın bütün seçimler senin nasıl bir görüntü ürettiğini belirler. Fotoğraftakiler bizim o gerçekliği algılama çerçevemizle, olup bitenin ortalaması. İnsan olarak yorumdan kaçamıyoruz, doğal olarak ortaya çıkan görüntü, nesnel gerçeklikle senin yorumunun ortalaması oluyor.


Mari Aydın, Vakıflı'daki organik serasında domates topluyor Fotoğraf: TOLGA SEZGİN 

‘Yerevan ve İstanbul’u birbirimize  emanet ettik’

  • 2006’da Ermenistanlı fotoğrafçılarla bir araya geldiğiniz ‘merhabarev’projesi, o zamanlar için çok yenilikçi bir girişimdi…

M. K. : Anadolu Kültür o dönemde, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan arasında bir toplantılar dizisi düzenliyordu. Bu toplantılarda, bölgedeki sanat ve kültür işleriyle uğraşan müzisyen, fotoğrafçı, akademisyen gibi insanlar bir araya gelerek, bu toplumlar arasındaki donmuş ilişkileri nasıl canlandırabileceklerini, beraber neler üretebileceklerini konuşuyordu. Bizden de bu toplantılara Özcan Yurdalan katılmıştı ve orada bizimkine çok benzeyen bir fotoğrafçı kolektifi Badker’den insanlarla tanışmıştı. Ve birlikte geliştirdiğimiz bu proje aslında basit olarak şuna dayanıyordu: Bu iki ülke arasında birbirini bilmemek ve tanımamak, fotografik olarak da görmemek gibi bir durum ve bu durumdan da kaynaklanan bir düşmanlık var. Eğer düşman dediğinin de sana benzediğini görürsen bu düşmanlık yavaş yavaş kırılır. Tanışmak barışmaya kapı aralar. Dolayısıyla, bizim gözümüzden Yerevan’ı, onların gözünden de İstanbul’un nasıl gözüktüğünü görmek ve göstermek istedik. Günlük hayatın parçaları, sokaktaki hayat, törenler, seremoniler gibi şeylere odaklanalım dedik. İstanbul onlar için tabii çok daha baş döndürücüydü. Bizim için bile çok kaotik bir şehir burası. Görebilecek çok şey var, planlarınızı değiştirecek çok fazla tesadüfi olay yaşanıyor. Yerevan’da işimiz daha kolaydı çünkü orası daha konsantre bir yer. Sonuç olarak günlük hayatın nasıl aktığının, benzerliklerimizin ve farklılıklarımızın altını çizen bir iş oldu. Birbirimize şehirlerimizi emanet ettik. İki tarafın da birbirinin gözlerine güvenip, İstanbul’u ve Yerevan’ı doğru temsil edeceğine inanması çok güzeldi.


‘Kendini bilen bir fotoğrafçı kuşağı yetişiyor’

M.K. : Türkiye’de 10-15 yıl öncesine kadar fotoğrafçılık; çerçevesi, baskısı, kaç diyafram olduğu, makinenin hangi marka olduğu, enstantenenin ne olduğu gibi saçma sapan muhabbetler üzerinden dönerdi. Genel manzara böyle bir şeydi. Güzellikle ilgiliydi fotoğraf; bir yeri güzelleştirmek, bir yeri olduğundan daha farklı göstermek, otantik olanın peşinden koşmak: Hindistan’a gider birisi, döndüğünde  dia gösterisi yapar. ‘Doğu’nun Güzellikleri’ diye sergi açar. Şimdi biraz daha dünyayı bilen, kendi yaptıklarıyla dünyadaki standardı ölçebilen ve buna göre bir hiza belirleyebilen yeni bir fotoğrafçı kuşağı var. Yaptığı işin fotografik değeri yanında, bir yandan da kamerasını döndürdüğü yeri de merak edip, bunu da konuşmaya çalışan bir kuşak var.


‘Herkes şiddeti belgelemenin peşinde’

M.K. : Artık herkes şiddeti daha fazla belgelemenin peşinde. Özellikle internet, cep telefonları, instagram derken insanlar gizli bir yarışma içine girdiler; en acayip çatışma fotoğrafını kim çekecek, en acayip gaz kapsülü fotoğrafını kim çekecek gibi tuhaf bir hal... Biz bundan uzak durmaya çalışıyoruz. Kolektif olarak da şiddetin dilini yeniden üreten fotoğrafçılarla birlikte çalışmıyoruz. Bir yandan bu şiddet sarmalı devam ettikçe şunu fark ediyoruz; bugün çekeceğin bir barikat fotoğrafının, dünkünden farkı yok. O zaman bütün bunları tekrarlamak niye?