Bünyesinde Türkleri, Ermenileri, acıları, kavgaları, ayrılmaları, bir aradayken ayrı kalmaları, eski fotoğrafları, zamanın rengini, kokusunu ve sesini barındıran bir ukde…Akif Kurtuluş’la, şairliği ve romancılığı, ‘defterleri’, hayatı roman olanları, Oğuz Atay’ı, Dostoyevski’yi, böyle bir roman yazmanın zorluklarını ve Türkçe edebiyatın içinde siyasetin yerine konuştuk…
EMRE BAYIN
Akif Kurtuluş’u önce ‘Yalan Şiirler’, ‘Tören Provası’, ‘Kırgınlıklar Galası’ ve 2005’te Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanan ‘Herkes Gitmiş’ adlı şiir kitaplarıyla tanıdık. Sonra, Mehmet Said Aydın’ın Radikal Kitap’ın Eylül 2014 sayısında yayımlanan yazısındaki, deyim yerindeyse ‘cuk’ oturan tabiriyle, “Az yazmasıyla meşhur şair Akif Kurtuluş 271 sayfalık bir roman armağan etti okuyucuya.” Şairin ilk romanı ‘Mihman’dan okuyucular ve eleştirmenler tarafından hep övgüyle bahsedildi. Fakat bir soru da Akif Kurtuluş’un okuyucularının aklını kurcalamıyor değildi. ‘Az yazmasıyla meşhur’ şairimiz, bu kez ‘az yazmasıyla meşhur’ bir romancıya mı dönüşecekti? Öyle ya, şairin ilk şiir kitabıyla ikinci şiir kitabının yayımlanmasının arasında altı yıl, ikincisiyle üçüncüsünün ve üçünsüyle dördüncüsünün arasında sekizer yıl vardı… Gelin görün ki, Akif Kurtuluş, yeni bir roman için okuyucusunu bu sefer bekletmedi. 2012 yılında yayımladığı ‘Mihman’ın ardından, 2014’ün son ayında bu kez, yine İletişim Yayınları tarafından yayımlanan, ‘Ukde’ ile karşımıza çıktı.
Ukde dört ana karakter üzerine kurgulanmış bir roman: ‘Benjaminliğiyle’ batılılığı, daha doğru bir ifadeyle, batıda olmayı, ‘ağabeyliği’ ve ‘bilgeliğiyle’ ise kadim Anadolu ve Mezopotamya insanını temsil eden Benjamin Ağabey; histerik milliyetçi duygularına yer yer ket vuramayan ‘Nuri Gardaş’ ve bireysel ve toplumsal yüzleşmeleri yaşayan iki kadın Cavidan ve Gurbet… Bu dört kahraman roman boyunca; bazı şeylerin farkına varıyor, bazı şeyleri kabulleniyorlar. Bazen özrün kıyısına geliyor, bazen hatırlamakta zorlanıyorlar. Bazen tedirgin oluyor, bazen kendilerine toz kondurmuyorlar. Tüm bu keşmekeşin içinde ise en sonunda bir utancı açığa çıkarıyorlar. Bu derin utanç bir ukde oluyor içlerinde.
Bünyesinde Türkleri, Ermenileri, acıları, kavgaları, ayrılmaları, bir aradayken ayrı kalmaları, eski fotoğrafları, zamanın rengini, kokusunu ve sesini barındıran bir ukde…Akif Kurtuluş’la, şairliği ve romancılığı, ‘defterleri’, hayatı roman olanları, Oğuz Atay’ı, Dostoyevski’yi, böyle bir roman yazmanın zorluklarını ve Türkçe edebiyatın içinde siyasetin yerine konuştuk…
Akif Kurtuluş’u önce şair olarak tanıdık, sonra romancı… Şair Akif Kurtuluş romanlarınızın neresinde? Mesela Ukde, hüzünlü bir roman olsa da, ‘şairaneliğe’ fırsat tanımıyor…
Doğru, şairaneliğe yol vermek istemedim. Ama şiirle ilişkimde de benzer bir tavrı korumaya çalışıyorum. Bir edebiyatçı olarak biliyorum, her iki yazının arasında sandığımız kadar kalın çizgiler yok. Şiir de roman da sözle, sesle, cümlelerle uğraşıyor ne de olsa. Sizin sorunuzu şöyle de çevirebilirim. İki romanı yayımlanmış Akif Kurtuluş şiirlerinin neresinde? Bu gözle yapılacak eleştirel bir okumanın sonuçlarını ben de görmek isterim doğrusu.
Edebiyat tarihinde sıklıkla karşılaştığımız kayıp defter/günlük Ukde’de de karşımıza çıkıyor… Bu ‘defterler’ romanı yazarken, çok şeyi bir anda açıklığa kavuşturdukları için kolaylaştırıcı, yıllar öncesinden roman zamanına dâhil oldukları için zorlaştırıcı olabilir… Siz ne düşünüyorsunuz?
İkisi de olmayabilir. Pek oradan bakmadım Nuri’nin defterine. Ukde’deki defter, temel metne bizi götüren bir araç, biraz da bir metafor aslında. Bir umut metaforu... Neden olmasın? Yazmak, bir umudun seslendirilmesidir. Bir sır gibi saklasanız da, onu yok etmediğiniz sürece bir umudu yanınıza almışsınızdır.
Oğuz Atay’ın çok etkilendiğim bir görüşü var: “Hayatı roman olanların yazdığı pek görülmüyor” şeklinde. Ukde’nin karakterlerinden Gurbet de “Benim hayatım roman değil” diyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, gerçekten “Hayatı roman olanların yazdığı pek görülmüyor” mu?
Bir Oğuz Atay ironisi bu da. Turgut Özben’i konuşturmuş gibi. Doğru yani. Ama kafa yapıyor bizimle Oğuz Atay. Dalgasını geçiyor. Doğru, dedim ya, şöyle bir şey. Neden Dostoyevski bir roman kahramanı olmasın? Gerçi Coetzee bunu denedi, Petersburglu Usta benim de çok sevdiğim romandır. Balzac meselâ?
Şuradan da bakalım. Uğruna hayatını feda edecek çok insan varken neden Recep Tayyip Erdoğan bir roman karakteri olamaz da 10 Kasım günü bir otel odasında kendini asan Zebercet, dibine kadar hem de karakterdir?
Neyse, şunu diyordum. Bir edebiyatçının kendisini bir roman karakteri gibi görmesi, kişiliğine yapacağı en büyük hakarettir. “Hayatım roman” diyenlerin hayatıyla edebiyat ilgilenmez, kaçar oradan. Orada derinlik yoktur. Onlar, yani hayatım roman diyenler, “Bana hikâye okuma” derler meselâ, “Edebiyat yapma” derler.
Dostoyevski hayatıyla bir karakterdir bence de. Ama aslında Oğuz Atay, Gurbet’i tekzip etmiyor. Tam tersine, doğruluyor onu. Gurbet, “Hayatım roman değil” diyebildiği, Cavidan da “Kendinizi o kadar hafife almayın. Kimse zaten yaşarken hayatının roman olduğunu bilmez” dediği için her ikisi de benim karakterim oldu.
Geçtiğimiz günlerde Taner Akçam’ın “Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması” adıyla bir incelemesi yayımlandı… Siz de benzer acıları konu ediniyorsunuz. Ukde’nin bir yerinde, “İnsanları ürküten, bir şeyin yapılması değil, anlatılmasıdır” cümlesi geçiyor. Böyle bir roman yazarken, yazar, romancı olmanın zorluklarından başka zorluklarla karşılaşıyor mu?
Yeri gelmişken söyleyeyim. Taner Akçam, soykırım çalışmalarıyla çok şey borçlu olduğumuz bir bilim insanıdır. Cesur ve vicdanlı sıfatları, onu küçültmek olur. Değersizleştirmek olur. Büyük bir hakikat avcısıdır aslında. Türkiye’nin kara kutusu önemli ölçüde onun sayesinde açıldı.
Evet, o cümleye gelirsem; aslında o cümle Salah Birsel’indir. ‘Kuşları Örtünmek’de söyler bunu. Cavidan bize aktarıyor. O cümleden çok etkilenmiş. Çok basit gibi görünen, öte yandan çok katları olan bir cümle. Çünkü Hamiyet’le çay bahçesinde konuşurken birden kendisini bir suçluluk duygusu içinde buluyor, bulmuyor aslında, yaşadığı ve ertelediği bir duyguydu bu, yaptığından değil, yaptığının anlatılmasından ürküyor.
Şimdi öbür tarafa geçelim. Ermenilere bu zulmü yapanlar yaptıklarından değil, yaptıklarının anlatılmasından ürküyorlar. Şimdi burada sizinle konuşurken ben de doğrusu çok emin olamadım. Ürküyorlar mı gerçekten? Ben meselâ bu sistematik ve örgütlü vahşetin şöyle bir mekanizmayı kullandığını düşünüyorum: Bu Ermenilere öyle şeyler yapalım ki, bunlardan sağ kalanlar ilerde bunları anlatınca kimse onlara inanmasın.
Benjamin Ağabey’le Nuri Gardaş arasında, insan ölülerinin etini yiyen köpeklerin üstünden hızla geçmem, bununla ilgili. Benjamin Ağabey’in, benim çok sevdiğim köpeklerin yüzüne bakamamasının üstüne ben de bu nedenle çok fazla gidemedim. Zaten Nuri de onu not almış ama defterine yazamamış.
Türkçe edebiyatın siyasete ilgisi ne derece sizce? 1970’lerin politik doğrucu ‘tezli roman’larından sonra, özellikle 1990’lardan itibaren ‘siyaset’, romanımızda, edebiyatın sınırlarını aşmayan bir olgunlukla yoğruluyor… Mesela; ilk aklıma gelenler, Orhan Pamuk’un Kar’ı, Murat Uyurkulak’ın Tol’u…
Sadece Türkçe edebiyatın sorunu değil bu. Her dilin edebiyatında toplumu inşa etmenin bir aracı olarak edebiyat bir işlev yüklendi. Bugün de yükleniyor, yarın da bu olacak. Muhalif bir söylem olarak solda da bu eğilim yaygındır. Bir söz olarak edebiyat, siyasi bir işlev de görüyor. Görsün, ben bu eğilime yüz vermemekle beraber, itirazım yok, olsa da benim itirazım bir işe yaramaz. Ama şuna da bakalım. Meselâ Kürt kimliğiyle veya 1915’le yüzleşmeye çalışan karakterler kurmakla siyasi roman yazmış olmazsınız. Zaten edebiyatla siyaset yapamazsınız. Benim terbiyemde edebiyat, ne söylediğine değil, nasıl söylediğine ilişkin bir pratiktir. Saydığınız iki isim dışında da, üstelik çok genç edebiyatçıların arasında bunu önemseyen birçok edebiyatçı var.