“Ortaoyunu” diyecektim diyemedim, çünkü ortaoyunu önemli bir tuluat sanatı, bir geleneksel tiyatrodur. Pişekâr ve Kavuklu diye iki temel aktörün etrafında döner, insanları güldürür ve eğlendirir.
Yine tuluata dayanan “Yeni Türkiye” ise konuştuğu anda buz gibi bir hava esen stand-up’çı türünden tek bir aktörün etrafında dönüyor, gülünç oluyor. İlkokul yavrularını hassaten tenzih ederim ama, buna müsamere demek daha uygun düşüyor.
Yalnız, orada da kalmıyor maalesef. Yüzümüzü kızartacak boyutlara gidiyor. Görelim.
16 TANE MANKEN
KaçAk Saray’daki müsamerenin kostümlü provası hakkında yazılmayan birşey kalmadı. Prof. Talat Halman’la son günlerine kadar çalışan, Bamberg ve Bilkent profesörlerinden Türkolog Semih Tezcan’la uzun uzun görüştüm, olay A’dan Z’ye bir felaket:
KaçAk Saray merdivenlerinin iki yanına tencere kapağı gibi zırhlısından bornozlusuna kadar sıralanmış bu 16 kostümlü manken geçmişteki Türk devletlerini temsil ediyor güya ama, Türk olan birçok devlet listede yok, Türk olmayan birçoğu alınmış.
Mesela, bizi en yakından ilgilendiren Anadolu Selçukluları, Akkoyunlular, Karamanoğulları, B. Anadolu’yu büyük ölçüde Türkleştiren Aydınoğulları, tebaasının büyük çoğunluğu ve hanedanı Türk olan Safeviler ve Kaçarlar yok.
Ama Osmanlı’yı saçılmış tespih taneleri gibi dağıtan ve en azından babası kesin Moğol olan Timur listede. Hun adı altında toplanan göçebe konfederasyonlarının dördü de Türk devleti sayılmış; bugüne kadar bunların hangi kavimlerden oluştuğu (etnisiteleri) belirlenebilmiş değil.
Timur’la birlikte tarihin gelmiş geçmiş en kanlı kasaplarından Moğol Cengiz neyse ki girmemiş; oradan geçmişler olsun. Çapulcunun önde gideni olan böyle toplulukların Türk sayılmasının Türklüğe ne fayda getirdiğini hiç anlayabilmiş değilim.
Yazmakla bitecek gibi değil. Şu kadarını diyeyim ki, beğenirsiniz-beğenmezsiniz ama bizdeki en tanınmış Türkçü-Turancı olan Nihal Atsız, Bilge Kağan’ın “Türk milleti, titre ve kendine dön” ve İstemi Kağan’a isnat olunan "Erkekleri cesur, kadınları iffetli olan ulus egemen olur" sözlerinin uydurma olduğunu söyledikten sonra, devlet ve bayrak konusunda kulaklara küpe olacak en az üç şey yazıyor (Ötüken dergisi, no. 65, 1969):
1) “Adama sorarlar: [bu kadar] devlet kurdun da neden hiçbirini yaşatamadın? Neden kala kala orta çapta bir Türkiye Cumhuriyetine kaldın?"
2) “Bir kere, eski Türkler'de bayrak yok, tuğ vardır.”
3) “Uydurma bayraklar arasındaki Hun bayrağında ejder mi, semender mi, kertenkele veya dinozor mu olduğu belli olmayan acayip yaratık şeklinin yer alması Türk tarihi hakkında hiçbir bilgiye malik olmamak demektir. Ejder, Çinliler’in sembolüdür. Türkler’de ise kurt, doğan ve koyun kullanılmıştır.”
1 TANE HARİTA YARBAY
Yani, Cumhurbaşkanlığı Forsu’nda yıldızlarla temsil edilen eski Türk devletlerinin bayrakları da belli. Resmî hikayesi kısaca şöyle:
Türk bayrağının sol üst köşesine Cumhurbaşkanlığı Arması’nı koyduğunuz zaman bu Cumhurbaşkanlığı Forsu oluyor. Şu anda bu armanın ortasında 16 kollu bir güneş, etrafında da 16 yıldız var. Ama 1925 ve 1937’deki tüzüklerde güneşin kolları 20 tane, yıldızlardansa bahis yok.
1978’de hepsi 16’ya indirilmiş. Çünkü Akip Özbek adlı bir harita yarbay, 1969’da Harp Akademileri Komutanlığı yayınlarından bir kitap çıkartmış: Türkiye Cumhurbaşkanlığı Forsu ve Taşıdığı Anlam. Bu yarbay çok etkili biri olmalı ki, bundan sonra kitap TC’nin düsturu olmuş. Buna göre; güneş Türkiye Cumhuriyeti’ni, etrafındaki 16 yıldız ise bağımsız Türk devletlerini temsil etmekte.
Bu yarbayı herkes yüzbaşı diye yazmış. Oysa birinci rütbenin kısaltması “yb”, ikincinin “yzb”; kitabı görmeden yazmışlar. Hakkında bilgi almak ve hayattaysa konuşmak için her yönden girişim yaptım ama öğrendim ki TSK, emekli dahi olsa, personeli hakkında bilgi vermiyormuş. Prof. S. Tezcan tahminde bulunuyor: “Herhalde Türkiye'de eğitilmiş Afganistanlı (veya İranlı) bir Türkmen askerî öğrencisi idi. Adı bunu gösteriyor: Bizdeki Âkif, Türkmencede Akip. Soyadı Özbek, ama kendisi Türkmen olmalı.”
Bilemem. Ama bunu duyunca benim aklıma, bizim ülkeye Türkçülük ithalatının hep dış Türklerce yapıldığı geliyor: Azerbaycanlı Ahmet Agayef (Ağaoğlu), Kırımlı İsmail Gasprinski, Kazan Tatarı Yusuf Akçura, Başkırt Zeki Velidi Togan…
Oradan da aklım gidiyor, Ermenistan’dan iyice görülsün diye 36 m. yüksekliğinde bir demet kılıçtan oluşan Iğdır Soykırım Anıtı mimarının Azerbaycanlı Cafer Gayisi olduğuna… (link)
PADİŞAH KENDİNE TUĞRA YAPTIRTIYOR
Konuyu dağıtmayalım, şu bayrak hikayesinin bendeki hikayesini yazayım da, müsamerenin diğer yönlerine geçelim, eksik kalmasın.
Mülkiye’yi bitirip asistanlığa yeni girmişim, 1970 olmalı, doktora semineri olarak İkinci Dünya Savaşı’ndaki Türkçülük akımlarını inceliyorum (link), California Üniversitesi’nde Orhon Yazıtları (8. yy başları) üzerine doktora yapmış ünlü dilbilimci profesör Talat Tekin’i ziyaret ettim, konu bu bayraklar işine geldi, şöyle anlattı:
“Türk tarihiyle ilgili bir toplantı yapıyoruz, genç bir akademisyen arkadaş bunların bayraklarının bile olduğunu söyledi, biz dönüp kendisine bakınca da biraz müsaade isteyerek yan odaya geçti, geri döndüğünde bize 16 tane bayrak çizip getirmişti.” Bu “genç akademisyen”, harita yarbayın kitabını biliyor olacak, açıp oradan almış herhalde.
Talat Hoca o konuşmada, Kürtlerin bir Türk boyu olduğunu Ülkücülerin nasıl “kanıtladığı” hakkında fevkalade ilginç bilgiler de verdi, on beş yıl önce yazmıştım (link), yine yazarım, ama uzamasın, müsameremize dönelim. Kostümlü defileyi yaptıran Erdoğan’ın derdini ben size tahmin edivereyim:
Padişah olmaya sardı ya, kendine bir padişah tuğrası yaptıracak. Böyle bir şahsiyetin camisiz bir tuğra (arma) düşünmesi mümkün değil. O kostümlü prova şovunu MHP’den oy kapmak için sahneye koydurmasının yanı sıra, şimdiki Cumhurbaşkanlığı Arması’nı tartışma konusu yapmak istiyor. Böylece milleti ters köşeye yatıracak ve muhtemelen, şu Melih Gökçek'in altı cami üstü acayip dağınık yıldızlı bir Ankara logosu var ya, hani mahkeme iptal etti ama hâlâ ısrarla kullanıyor, o türden bir amblem yaptırtacak. Odakta bir çeşit cami figürü, etrafında yıldızlar. İslam-Türk Sentezi. Ondan sonra, aynen 12 Eylül paşalarının 1982 anayasası gibi, bir kere yapıldı mı artık değiştirmek kabus.
ACABA HANGİSİ REKLAM ARASI?
Seçim yaklaşıyor ya, birileri kıvranmaya başladı. Bunların içinden şimdiye kadar ismi hiç duyulmamış bir eczacı bağyan, meğer milletvekili imiş, çok orijinal bir yağlama yöntemi icat etti, dedi ki, esas film Osmanlı’dır, Türkiye Cumhuriyeti 90 yıllık bir “reklam arası” teşkil etmiştir, şimdi devam edeceğiz.
İnsanlar bu acayiplik üzerine yazmaya değmeyeceğini söylüyor. Haklılar. Ama Mülkiye’den Murat Sevinç de haklı: “Bir değil, iki değil, aynı tipten milyonlarca var” (link) diyor. Onun için, değdirelim ve yazalım:
1) Sanırsınız ki Osmanlı aslanlar gibiyken gümm diye bir tsunami geldi veya atom bombası düştü. Oysa, TC’ye devrettiği şuydu: Sevr’de Türklere kalan bölgede kişi başına yıllık gelir: 771 kuruş (Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, s. 275-300). Okuryazarlık yüzde 2,5. Eskişehir-Ankara arası trenle (rötar yoksa) 22 saat. Sıtma. Verem. Dizanteri. Tifüs. Frengi.
2) Bir reklam arası aranıyorsa, Erdoğan Rejimi’nin ta kendisi. Çünkü 1718-30 Lale Devri’nden beri Batı’da ne oluyorsa bir süre sonra Türkiye’de de oluyor ve öngörülebilir bir gelecekte de hep olacak. İlk defa reklam arası’nı şu anda yaşıyoruz. Fazla uzun sürmesine de imkan yok çünkü dünyanın temel düzeni olan küreselleşmeye aykırı düşüyor; akıntının tersine kürek çekiyor. Dünya ademimerkeziyetçiliğe giderken Erdoğan tek adam yönetimine gidiyor.
Bütün hatalarına rağmen Kemalizm ırmak yönündeydi. Onun içindir ki esas film, Türkiye’nin Batılılaşması. Yoksa, İslamcılaşması falan değil; o, araya konmuş parça. Bu çağdaşlaşma süreci olmasaydı, sayın bağyan şu anda liderine yağ çekmek yerine, “Kadınlara oy hakkı!” diye slogan atıyor olabilirdi.
3) Esas film, kendi içinde bir reklam arası yaşamadı değil: Osmanlı-öncesi Türklüğü akıldışı iddialarla yüceltip hatta icat edip yeni devlete bir gurur temeli kurmak istedi.
Ama birader, dönem 1930’lardı ve tüm Batı dünyası faşizmin/Nazizmin milliyetçi aşırılıklarıyla dolup taşıyordu. Üstelik Osmanlı, “Etrak-i bi-idrak” gibi bir Hobbes’cu saldırıyla Türkleri aşağılamıştı, geçen hafta da yazdım, ona Rousseau’cu cevap vermek istendi.
Ayrıca, KaçAk Saray merdivenlerinde sırf Osmanlı kıyafetleri defilesi yapılmış olsa yine müsamere olurdu ama, hiç olmazsa Erdoğan Rejimi kendi içinde tutarlı kalırdı. İslamcı bir rejimin müsameresi olarak putperest Türk kıyafetleri kel alaka?
Üstelik; bu arayı, Kemalist dönemin bu çocukluk hastalığı’nı, şimdi Erdoğan Rejimi kendine kes-yapıştır kopyalıyor; vaziyetinin ne kadar acınası olduğunu oradan anlayınız.
4) Son olarak, eskiye dönmek istesek de mümkün değil: E. Büyükelçi Temel İskit’in benzetmesiyle, Osmanlı bir selüloit film idi. Bir anda tutuştu, kül oldu. Kül olmasaydı bile şimdiki filmler dijital. Milletvekili bağyan tipindekilere haber etmek lazım, küreselleşme diye bir şeyin varlığını.
HİÇ ÇIKMAYACAK BİR YÜZKARASI
Bu yukarıda müsamere falan diye anlattıklarımı unutun; şimdi yazacağımın yanında çocukça kalırlar.
Türkiye’nin büyük iftihar kaynağı olan Çanakkale savunması her yıl 18 Mart’ta kutlanırdı.
Bu yıl cumhurbaşkanımız, Türk dış politikasının en büyük tökezleme taşı olan Azerbaycan’ın diktatörü İlham Aliyev’i yanına alacak. Çanakkale’ye gidecek. Ve 18 Mart’ı, İttihat-Terakki kasaplarının Ermeni vatandaşına yaptığı o korkunç Kıyım’ın sembol gününde yani 24 Nisan’da “kutlayacak”. Ünlü gazeteci Robert Fisk, The Independent’ta şöyle diyor: “Katledilmiş 1,5 milyon Ermeni’nin hayaletleri yanlarında yürüyecek” (link).
Yerin dibine geçmemiz lazım. Hadi bu mazlum insanların acılarını bilmemne ediyoruz; bari alay etmeyelim! Geçen yıl "20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz" (link) diyen Erdoğan şimdi kalkmış, bu rezaletin üzerine tüy de dikiyor: Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ı 24 Nisan’da Çanakkale’ye davet ediyor.
Bu nedir şimdi? Ne biçim ayıptır? Bazılarının anladığı dilden söyleyeyim, ne biçim günahtır?
Müsamereye razıydık, bu yüzkarası biraz fazla geldi.